
PAINTER
POET
PENMAN
MUSICIAN
BİLAL
GENİŞ
YAĞMUR PERİSİ
Bundan yüzyıl önceki kadar sıcak bir yaz o zamandan bu yana bir daha
olmamıştır. Hemen hemen hiçbir yeşillik görünmüyordu; evcil olsun, yabanıl
olsun bütün hayvanlar, susuzluk ve sıcaktan bitkin bir halde kırlarda
yatıyordu Vakit öğleden önceydi. Köy sokakları bomboştu. Kaçabilenler, evlerin en iç
tarafına kaçmıştı; köy çomarları bile gizlenmişti. Yalnızca şişman
Wiesenbauer, büyük evinin kapısında kurumlu kurumlu duruyor, yüzü ter
içinde, lüle taşından çubuğunu tüttürüyordu. Bu arada, biraz önce
uşaklarının avluya getirdiği koca bir araba yükü kuru otu gülümseyerek
seyrediyordu. Yıllarca önce bataklıklı büyük bir çayırlığı az bir paraya ele
geçirmişti; komşularının tarlalarında otları yakan son kurak yıllar, onun
ambarlarını güzel kokulu kuru otla, kasasını da çil kuronlarla doldurmuştu İşte şimdi de durmuş, bu bol ürünü gittikçe yükselen fiyatlarla satınca ne
kazanabileceğini hesaplıyordu. Eliyle gözlerini gölgeleyerek komşu
çiftliklerin ötesinde pırıldayan ufuklara bakıp: Hiçbiri ürün alamayacak;
artık dünyada yağmur kalmadı" diye mırıldandı. Ardından, biraz önce
boşaltılmış olan arabanın yanına gitti, bir avuç kuru ot çekip yayvan
burnuna götürdü ve güçlü ot kokusundan sanki birkaç kuron kokusu daha
alabiliyormuş gibi kurnazca gülümsedi Tam o anda, elli yaşında kadar görünen bir kadın eve girmişti. Kadıncağız,
solgun ve hastalıklı görünüyordu, boynuna sarılı siyah ipek mendili, yüzünün
endişeli anlatımını daha da canlandırıyordu. Wiesenbauer'e elini uzatarak:
Günaydın, komşu" dedi; ortalık cehennem gibi yanıyor; neredeyse insanın
başında saçları tutuşacak Wiesenbauer: Bırak tutuşsun, Stine Anne, bırak tutuşsun; hele şu arabadaki
otlara bir bak! Bana bir zararı dokunamaz ki diye yanıtladı Öyle, öyle, Wiesenbauer! Sizin yüzünüz gülebilir ama bu böyle giderse
bizler ne olacağız Köylü başparmağıyla çubuğundaki külü bastırarak havaya birkaç güçlü duman
bulutu savurdu. "Görüyor musunuz? İşte akıllı geçinmenin sonu budur dedi.
Ben bunu ona her zaman söyledim; ama sizin rahmetli hep kendi kafasının
dikine gitti. Ovadaki bütün topraklarını değişecek ne vardı? Şimdi size
tepelerdeki tarlalar kaldı; ekinleriniz kuruyor, hayvanlarınız susuzluktan
ölüyor Kadın içini çekti Şişman adam birdenbire acır gibi bir hal aldı. Fakat, Stine Anne, buraya
rasgele gelmediğinizi anlıyorum; derdiniz neyse söyleyiverin, canım!" dedi Dul kadın yere bakıyordu: Bana borç verdiğiniz elli Taler'i Yohanni
Yortusu'nda size ödemek zorunda olduğumu biliyorsunuz; o gün de kapıya
geldi Köylü etli elini kadının omzuna koydu. "Üzülmeyin kadınım! Benim paraya
gereksinmem yok; günü gününe kazanıp yaşayan bir adam değilim. Bunun için
bana toprağınızı rehin verebilirsiniz; gerçi toprağınız pek iyi değil ama,
bu seferlik işimi görür. Cumartesi günü yargıca gidebiliriz Endişeli kadın soluk aldı."Gerçi yeniden para gidecek ama, gene de size
teşekkür ederim" dedi Wiesenbauer, küçük, zeki gözlerini kadından ayırmamıştı. Sözünü sürdürdü:
Şimdi burada ikimiz baş başayken size şunu da söyleyeyim: Oğlunuz Andrees
kızımın peşinden ayrılmıyor "Hay Allah iyiliğini versin komşu! Biliyorsun ki, çocuklarımız birlikte
büyüdü Olabilir, kadınım; ama delikanlı, kızımla evlenip de burada bütün mal ve
mülkün üzerine oturacağını umuyorsa, hesaba beni katmamış demektir Zayıf kadın biraz doğruldu, adama hemen hemen öfkeli gözlerle baktı. Benim
Andreesimde ne kusur buluyorsunuz diye sordu "Andreesinizde ne kusur mu buluyorum, Bayan Stine? Hiçbir kusur bulduğum
yok! Ama Elini kırmızı yeleğinin gümüş düğmelerinde gezdirdi. Kız benim
kızımdır; Wiesenbauer'in kızını da daha iyi birileri isteyebilir Kadın yumuşak bir sesle: Mevsimi gelmeden o kadar çok böbürlenmeyin,
Wiesenbauer dedi Mevsimi geldi; sıcak mevsim de sürüp gidiyor. Ambarlarınıza bu yıl da ürün
gireceği yok. İşte böyle, işleriniz hep kötüye gidiyor Kadın derin düşünceye dalmıştı; son sözcükleri ancak işitmiş gibiydi. Evet
dedi, yazık ki haklı olmanız olasılığı var, Yağmur Perisi Trude uykuya
dalmış olmalı; ancak onun uyandırılabileceğini de unutmayın Köylü sert bir sesle: Yağmur Perisi Trude mi diye sözü aldı. Siz bu
saçmalıklara inanıyor musunuz Kadın, gizemli bir tavırla yanıt verdi: "Saçmalık değil, komşu! Benim büyük
ninem gençliğinde onu bir kez uyandırmış. Periyi uyandırmak için kullanılan
sözleri hep anımsardı, bana kaç kez söylemişti; ama ben bu sözleri o
zamandan bu yana çoktan unuttum Şişman adam öyle güldü ki, karnının üstündeki gümüş düğmeler bir danstır
tutturdular. Öyleyse Stine Anne, sen otur da tılsımlı sözlerini anımsamaya
çalış. Ben barometreme inanırım; barometre de sekiz haftadan beri hep güzel
hava gösteriyor "Barometre cansız bir şeydir, komşu, havayı barometre yapamaz Öyleyse sizin yağmur periniz Trude de bir hortlak, bir hayalet, bir
hiçtir Kadın ürkek ürkek: Wiesenbauer, demek ki siz yeni mezheptensiniz dedi Ancak adam gittikçe ateşleniyordu. İster yeni, ister eski mezhepten
olayım!& diye bağırdı. Siz gidip yağmur perinizi arayın; onu uyandıracak
tılsımlı sözleri anımsayıp söyleyin! Bugünden başlayarak yirmi dört saat
içinde yağmur yağdırabilirseniz, o zaman Birden durdu, önüne doğru birkaç
kalın duman bulutu savurdu Kadın: O zaman ne olacak, komşu diye sordu O zaman... O zaman... Hay kör şeytan! Evet, o zaman sizin Andrees benim
Marenimi alsın Tam bu sırada oturma odasının kapısı açıldı; ceylan gözlerine benzer kestane
renkli gözleri olan, güzel, fidan gibi bir genç kız dışarıya çıkarak onların
yanına geldi. Kabul, baba diye bağırdı, sözün söz, değil mi O arada
sokaktan eve giren yaşlıca bir adama dönüp ekledi: Siz de işittiniz,
Schulze Ağabey Wiesenbauer: Haydi canım, Maren, babana karşı tanık göstermene gerek yok dedi; "hiçbir şey beni sözümden döndüremez Schulze, bu sırada uzun bastonuna dayanmış olduğu halde bir süre havaya
baktı; keskin gözü, yanan göğün derinliğinde beyaz bir noktacığın yüzdüğünü
mü görmüştü ya da bunu yalnızca istiyordu da onun için gördüğünü mü
sanmıştı? Sinsi sinsi gülümsedi: "Uğurlu kademli olsun, Wiesenbauer Ağabey!
Andrees her bakımdan yaman bir delikanlıdır dedi Bundan biraz sonra Wiesenbauer'le Schulze çeşitli hesaplar hakkında görüşmek
üzere oturma odasında baş başa vermişken, Maren de Stine Anne ile birlikte,
köy sokağının öteki yanında onun küçük odasına giriyordu Dul kadın, köşeden çıkrığını alarak: dedi, Yağmur Perisi'ni
uyandırmak için söylenen sözleri biliyor musun Genç kız şaşkınlıkla başını arkaya kaldırıp: Ben mi diye sordu Babana o kadar cesurca meydan okudun ki, öyle sandım "Hayır Stine Anne; yalnızca içimden öyle geldi. Hem de sizin bu sözleri
toparlayabileceğinizi düşündüm. Kafanızı biraz yoklayın; herhalde bir yanda
gizlenmiş duruyorlardır Stine Anne başını salladı. Büyük ninem öleli çok oldu. Ama şunu çok iyi
anımsıyorum: O zamanlar, hayvanlarımızı yitirdiğimizde ninem gizlice: 'Bir
kez Yağmur Perisi'ni uyandırdığım için bunu bize oyun olsun diye Ateş Adam
özellikle yapıyor' demeyi alışkanlık haline getirmişti Genç kız: Ateş Adam mı?" diye sordu. Bu da kim oluyor Ama daha bir yanıt
almadan, pencereye atılmış, bağırıyordu: Aman Tanrım! Anne, Andrees
geliyor; bakın ne kadar bitkin görünüyor Dul kadın, çıkrığının başından kalktı. Üzgün üzgün: Doğru kızım dedi,
sırtında ne taşıdığını görüyor musun? Koyunlardan birisi daha susuzluktan
çatlamış Köylü biraz sonra odaya girdi; ölü hayvanı yere, kadınların önüne koydu...
Yanık alnının terini eliyle silerek üzgün bir tavırla: İşte alın dedi Kadınlar, ölü hayvandan çok delikanlının yüzüne bakıyorlardı. Maren: "Bu
kadar üzülme, Andrees dedi. "Yağmur Perisi'ni uyandıracağız; o zaman her
şey düzelecek Andrees: "Yağmur Perisi!" diye yavaşça yineledi. "Evet Maren, o
uyanabilseydi! Ama yalnızca bunun için üzülmüyorum. Dışarda başıma bir iş
geldi de Annesi yavaşça oğlunun elini tuttu. Söyle şunu oğlum diye yalvardı. de içine dert olmasın Andrees: Öyleyse dinleyin dedi. Hem koyunlarımıza bakmak, hem de dün akşam
onlar için yukarıya taşıdığım suyun uçup uçmadığını görmek istiyordum. Fakat
otlağa geldiğim zaman, orada bir acayiplik olduğunu hemen fark ettim; su
gerdeli, koyduğum yerde değildi; koyunlar da görünmüyordu. Onları aramak
için yamaçtan inip büyük tepeye kadar gittim. Öteki yana vardığım zaman
hepsinin boyunlarını toprağa uzatmış, soluk soluğa yattıklarını gördüm; bu
zavallı hayvan da çoktan çatlamıştı. Koyunların yanında gerdel devrilmiş ve
tümüyle kurumuş olarak duruyordu. Bunu hayvanlar yapmış olamaz; kötülük
isteyen birisi her halde bir oyun oynamıştır Annesi: Çocuğum, oğlum diye oğlunun sözünü kesti: Ama bir dula kim
kötülük etmek ister ki "Sen yalnızca dinle, anne; bak dahası da var. Tepeye çıkıp yukardan ovanın
her yanına baktım; ama hiç kimse görünmüyor, her gün olduğu gibi yakıcı bir
sıcak sessizce tarlalara çöküyordu. Yalnızca, yanımda cüceler deliğinin
tepeye girdiği yerdeki büyük taşlardan birisinin üstünde iri bir semender
oturmuş, çirkin vücudunu güneşlendiriyordu. Ben yarı şaşkın, yarı öfkeli bir
halde hâlâ çevreme bakınırken birdenbire arkamda, tepenin öbür yanında sanki
birisi kendi kendine konuşuyormuş gibi bir mırıltı işittim; arkama döndüğüm
zaman, al giysili, kırmızı külahlı bir cücenin aşağıda, fundalar arasında
ağır adımlarla bir aşağı bir yukarı dolaştığını gördüm. Bunun birdenbire
nereden geldiğini bilmediğim için korktum! Hem de çok kötü ve biçimsiz bir
şeydi. Büyük, kırmızı ellerini arkasında kavuşturmuştu; bu arada eğri
parmakları örümcek ayağı gibi havada oynuyordu. Taşların yanındaki
dikenliğin arkasına geçtim; kendimi göstermeden buradan her şeyi
görebiliyordum. Aşağıdaki ucube, hâlâ kımıldanıp duruyordu; eğilip yerden
bir demet kavrulmuş ot kopardı; kabak kafasıyla öne doğru takla atıp düşecek
sandım. Fakat çöp gibi bacaklarının üstünde yine doğruldu; kuru otu büyük
yumrukları arasında ezip toz haline getirerek öyle korkunç bir sesle gülmeye
başladı ki, tepenin öbür yanında yarı ölü koyunlar yerlerinden fırlayıp
çılgınca bir kaçışla yamaçtan aşağı koştular. Cüce ise daha gürültülü
gülüyordu; aynı zamanda bir bacağından öbür bacağına atlamaya başladı; şişko
vücudunun altında çöp gibi bacaklarının kırılıvereceğinden korktum. Bunu
seyretmek insanı korku içinde bırakıyordu; çünkü cücenin küçük, kara
gözlerinden adeta kıvılcımlar saçılmaktaydı Dul kadın, yavaşça genç kızın elini kavramıştı Şimdi Ateş Adam'ın kim olduğunu anladın mı diye sordu. Maren başını
eğerek onayladı Andrees anlatmayı sürdürüyordu: Hepsinden korkuncuysa sesiydi. 'Şu saygısız
insanlar, şu kaba köylüler onu bilselerdi, bir bilselerdi!' diye bağırdı;
sonra da kurbağa gibi öten cırtlak sesiyle garip bir şarkı söyledi; sanki
bir türlü hırsını alamıyormuş gibi aynı şarkıyı başından sonuna kadar birkaç
kez yineledi. Durun, sanırım anımsadım!" Genç köylü biraz durduktan sonra sürdürdü Dalgalar buhar oldu Kaynaklar tozla doldu Andrees başına gelenleri anlatırken Stine Anne durmadan çevirdiği çıkrığını
birdenbire durdurarak oğluna meraklı gözlerle baktı. Ama o gene susmuş,
düşünür gözüküyordu Kadın yavaşça: Arkasını getir dedi Arkasını bilmiyorum, anne; yolda bu şarkıyı belki yüz kez yineledim ama
şimdi unuttum." Ama Stine Anne duraksayan bir sesle Ormanlar sessiz, ıssız Ateş Adam yapyalnız Tarlalarda koşuyor Dans edip kor saçıyor diye şarkının arkasını söyleyince oğlu da hemen ekledi Güzel Yağmur Perisi Uykun üzer herkesi Çok dikkat et kendine Sen uyurken, bir nine Karanlıkta kal diye Seni verir geceye Stine Anne: Yağmur Perisi Trude'nin şarkısı işte budur diye bağırdı.
Haydi şimdi çabucak bir kez daha yineleyelim! Maren, sen de iyi dikkat et
de yine aklımızdan çıkmasın Ana oğul ikisi birden duraklamadan şarkıyı bir kez daha söylediler.
Dalgalar buhar oldu Kaynaklar tozla doldu Ormanlar sessiz, ıssız Ateş Adam yapyalnız Tarlalarda koşuyor Dans edip kor saçıyor Güzel Yağmur Perisi Uykun üzer herkesi Çok dikkat et kendine Sen uyurken, bir nine Karanlıkta kal diye Seni verir geceye Maren bağırarak: Artık bütün üzüntülerimiz biter dedi: "Şimdi Yağmur
Perisi Trude'yi uyandırırız; yarın bütün tarlalar yeniden yeşerir, öbür gün
de düğün var Sonra, kesik kesik sözlerle, gözleri parlayarak, babasından
kopardığı sözü Andreesine anlattı Dul kadın bu kez dedi ki: Yavrum, Yağmur Perisi'ne hangi yoldan gidildiğini
de biliyor musun Hayır, Stine Anne; yoksa yolu siz de mi unuttunuz Marenciğim, Yağmur Perisi Trude'ye büyük ninem giderdi; bana yoldan hiç söz
etmedi Maren: Öyleyse ne yapacağız, Andrees diyerek bu arada alnını buruşturup
kımıldamayan gözlerle önüne bakan genç köylünün kolunu kavradı. Haydi
söylesene! Başka işlerde sen her zaman bir çare bulabilirsin Andrees: Belki şimdi de bir çare biliyorum!" diye düşünceli bir tavırla
yanıt verdi. Bugün öğleyin koyunlara yine su götürmem gerek. Dikenliğin
arkasından Ateş Adam'ı belki bir daha gözetleyebilirim! Perinin şarkısını
nasıl açığa vurduysa, elbette yolunu da ağzından kaçırır; çünkü koca başı
hep bunlarla dolup taşmışa benziyor Kararlarını değiştirmediler. Her ne kadar daha uzun uzadıya konuştularsa da,
daha iyi bir çare bulamadılar Biraz sonra Andrees, taşıdığı sularla yukarki otlağa gelmiş bulunuyordu.
Büyük tepeye yaklaştıkça, Cüceler Deliği'ndeki taşlardan birisinin üstünde
cücenin oturduğunu daha uzaktan gördü. Cüce, gererek açtığı beş parmağıyla
kırmızı sakalını sıvazlıyordu. Elini sakalından her çekişinde, küçük bir
yığın halinde kopan ateş yumakları, güneşin göz kamaştıran ışığında
tarlaların üzerine doğru süzülerek gidiyordu Andrees kendi kendine: İşte çok geç kaldın, bugün hiçbir şey
öğrenemeyeceksin diye düşündü. Sanki hiçbir şey görmemiş gibi yolunu
değiştirip yan tarafa, devrilmiş gerdelin hâlâ durduğu yere gitmek istedi.
Ama birisi ona sesleniyordu. Arkasında, Cüce'nin kurbağa sesiyle: Benimle
konuşmak istediğini sanıyordum dediğini işitti Genç köylü dönerek birkaç adım geriye kaldı. Sizinle konuşacak neyim olsun?
Sizi tanımıyorum ki diye yanıt verdi Öyle ama, Yağmur Perisi Trude'ye giden yolu öğrenmek istemiyor muydun Size bunu kim söyledi Koca bir adamdan daha akıllı olan serçe parmağım Andrees bütün cesaretini topladı; tepeye doğru çıkarak Cüce'ye birkaç adım
daha yaklaştı. Serçe parmağınız akıllı olabilir dedi. ;Ama Yağmur
Perisi'ne giden yolu bilemez; çünkü bunu en akıllı insanlar bile bilmiyor Cüce, bir kara kurbağa gibi kendisini şişirdi, ateşten sakalını pençesiyle
birkaç kez öyle bir sıvazladı ki, çıkan ateş karşısında Andrees sendeleyerek
bir adım geriledi. Fakat birdenbire Cüce, genç köylüye kötü, küçük
gözlerinde beliren gururlu bir aşağı görüş ve alayla bakarak cırtlak sesiyle
dedi ki: Çok safsın, Andrees, sana Yağmur Perisi'nin, büyük ormanın
arkasında oturduğunu söylemiş olsam bile, ormanın ötesinde oyuk bir söğüt
ağacı bulunduğunu bilemezdin Andrees: Şimdi bir aptal rolü oynamak gerek diye düşündü; aslında yiğit
bir delikanlı olmakla birlikte, köylüydü; dünyaya gelirken payına epey
kurnazlık düşmüştü. Ağzını bir karış açıp Hakkınız var, elbette bunu
bilemezdim dedi Cüce konuşmayı sürdürüyordu: "Ormanın ötesinde oyuk bir söğüt ağacı
bulunduğunu sana söylemiş olsaydım bile, ağacın içinde bir merdivenin Yağmur
Perisi'nin bahçesine indiğini bilemezdin Andrees: İnsan nasıl da yanılabiliyor dedi. "Bahçeye doğrudan doğruya
girilebileceğini sanmıştım Doğrudan doğruya bahçeye girebilseydin bile, Yağmur Perisi'nin ancak temiz
bir erden tarafından uyandırılabileceğini yine de bilemezdin Andrees düşündüğünü söyledi: Anlaşıldı, benim için hiçbir çare yok; bari
yine hemen eve döneyim Cücenin geniş ağzı hain bir sırıtışla gerildi. İlk önce suyunu gerdele
koymayacak mısın diye sordu; güzel hayvanların susuzluktan nerdeyse
ölecek Delikanlı: Dördüncü kez hakkınız var diye yanıtladıktan sonra kovalarıyla
birlikte tepeyi döndü. Fakat suyu sıcak gerdele boşaltınca su cızırdayarak
yükseldi, beyaz buhar bulutları halinde havaya dağıldı. Andrees: Bu da
iyi diye düşündü. Koyunlarımı eve alırım; yarın da erkenden Maren'i
Yağmur Perisi'ne götürürüm. Maren, Peri'yi uyandırır Tepenin öbür yanındaysa cüce, taşlarından atlamıştı. Kırmızı külahını havaya
fırlatıyor, kişner gibi kahkahalar atarak yamaçtan aşağıya yuvarlanıyordu.
Sonra yine çöp gibi ince bacaklarının üstüne fırladı, çevrede delice dans
etti; bu arada kurbağa sesiyle birbiri arkasına şöyle bağırıyordu; Çocuk
kafalı, kaba köylü beni kandırmayı düşünüyordu; oysa Trude'nin yalnızca
kendi şarkısıyla uyandığını daha hâlâ bilmiyor. Şarkıyı da Ekkenekkepen'den
başkası bilmez; Ekkenekkepen de benim Kötü yürekli cüce şarkıyı öğleden önce ağzından kaçırdığını bilmiyordu Maren, pencereyi açıp başını serin havaya çıkardığı zaman bahçede, odasının
önündeki ayçiçeklerinin üzerine güneşin ilk ışığı daha yeni vurmuştu.
Bitişikteki oturma odasının yatak hücresinde uyuyan Wiesenbauer, pencerenin
gürültüsünden uyanmış olmalıydı; çünkü biraz önce duvarın ötesinden işitilen
horlaması birdenbire durmuştu. Uykulu bir sesle: Ne yapıyorsun, Maren
diye seslendi. Bir şey mi istiyorsun Genç kız, parmağını dudaklarına götürdü; babası, niyetini öğrense, onu evden
bırakmazdı; bunu çok iyi biliyordu. Fakat çabucak kendini toparladı.
Uyuyamadım, baba diye yanıt verdi; herkesle birlikte çayıra gidip
çalışmak istiyorum; bu sabah öyle hoş bir serinlik var ki Köylü yine seslendi: Buna gerek yok, Maren; benim kızım hizmetçi değildir Biraz sonra ekledi: Ama eğlenirsen o başka! Ama fazla sıcak basmadan,
vaktinde eve dön. Benim sıcak biramı da unutma Bunun üzerine, öteki yanına
öyle bir dönüş döndü ki; yatağın tahtası çatırdadı; biraz sonra da genç kız,
pek iyi tanıdığı ölçülü horlamayı yine duymaya başladı Oda kapısını dikkatle açtı. Sokak kapısından dışarıya çıkınca, uşağın her
iki hizmetçi kızı yine uyandırdığını işitti. Böyle yalan söylemek zorunda
kalmam ne kötü" diye düşündü ve biraz içini çekti; "ama insan sevgilisi için
ne yapmaz."
Karşı yanda, Andrees pazar kılığıyla onu bekliyordu. Yağmur Perisi'nin
şarkısını anımsıyorsun ya? diye karşıdan seslendi Evet, Andrees! Sen de yolu unutmadın, değil mi Delikanlı, yalnızca
başıyla işaret etti Öyleyse gidelim Fakat o sırada Stine Anne de evden çıkarak gelmişti;
oğlunun cebine bal şarabıyla dolu küçük bir şişe koydu. Bu da büyük
ninemden kalmadır dedi; ninem bunu her zaman çok gizli tutar, değerli
görürdü. Bal şarabı size sıcakta iyi gelecektir!& Bunun üzerine iki genç sessiz köy yolundan aşağıya doğru gittiler; dul kadın
daha uzun bir süre durarak genç ve gürbüz hayallerin kaybolduğu yöne baktı İkisinin gittiği yol, köy sınırının ötesinde geniş bir otlağa çıkıyordu.
Sonra büyük ormana geldiler. Ancak ormandaki ağaçların yapraklarından çoğu
kurumuş bir halde yerlere dökülmüştü; onun için güneş aralardan her yana
ışığını salıyordu; ışıkların boyuna değişmesinden genç köylülerin gözleri
kamaştı. Meşe ve kayın ağaçlarının gövdeleri arasında epeyce ilerledikten
sonra, kızcağız genç adamın kolunu yakaladı Köylü: ;Nen var, Maren diye sordu Köy saatimizin çaldığını işittim, Andrees Ya, bana da öyle geldi Saat altı olmalı! Şimdi babama sıcak birasını kim kaynatacak? Bütün
hizmetçi kızlar tarlada Bilmem, Maren; artık çaresi de yok!" Doğru, artık çaresi yok. Şarkımızı hâlâ anımsıyor musun Elbette, Maren Dalgalar buhar oldu Kaynaklar tozla doldu!" Andrees bir an duraksayınca genç kız hemen arkasını getirdi Ormanlar sessiz, ıssız Ateş Adam yapyalnız Tarlalarda koşuyor Dans edip kor saçıyor Sonra da: Of! Güneş ne kadar yakıyor diye yakındı Andrees: Evet, beni de adamakıllı çarptı diyerek elini yanağına sürttü Sonunda ormandan çıktılar; yaşlı söğüt hemen birkaç adım önlerinde
duruyordu. Ağacın koca gövdesi tümüyle oyuktu; bunun içindeki karanlık,
toprağın derinliklerine gidiyor gibiydi. İlk önce Andrees yalnız olarak
aşağıya indi; Maren de ağacın oyuğuna dayanarak onu görmeye çalışıyordu. Ama
az sonra genç adamı hiç göremez oldu, yalnızca aşağıya inerken çıkan gürültü
kulaklarına geliyordu. Korkmaya başladı; yukarıda çevresi o kadar ıssızdı
ki... Artık aşağıdan da hiçbir ses işitemiyordu. Başını iyice oyuğa sokarak
bağırdı: Andrees Biraz sonra ona aşağıdan yine yukarıya çıkıldığını
işitiyormuş gibi geldi; adını çağıran genç adamın sesini de gitgide fark
etti ve kendisine uzattığı elini yakaladı. Andrees: Aşağıya bir merdiven
iniyor ama bu merdiven çok dik, her yanından tahtası kopmuş; kim bilir ne
kadar derinlere gidiyor Maren büyük bir korku duydu. Andrees: Korkma dedi; ben seni taşırım;
ayağıma güvenilir Sonra, ince vücutlu genç kızı geniş omzuna kaldırdı;
kız, kolunu onun boynuna sıkıca sarınca, genç adam derinliğe doğru dikkatle
inmeye başladı. Koyu bir karanlık çevreyi sarmıştı; ama Maren, dolambaçlı
bir salyangoz kabuğu içindeymiş gibi böyle basamak basamak aşağıya
indirilirken geniş bir soluk aldı; çünkü burada, toprağın içinde hava
serindi. Yukarıdan onlara hiçbir ses gelmiyordu; yalnızca, yukarıya, ışığa
doğru boş yere çıkmaya çalışan yeraltı sularının, boğuk boğuk uğuldadığını
uzaktan bir kez işittiler Genç kız: Bu neydi diye sordu Bilmiyorum, Maren Acaba bunun hiç sonu yok mu Hemen hemen hiç yok gibi görünüyor Sakın Cüce seni aldatmış olmasın Sanmıyorum, Maren Böylece, gittikçe daha derinlere indiler. Sonunda, altlarında güneş ışığının
parıltısını yine duyumsadılar; bu ışık her adımda daha parlak bir durum
alıyordu. Bununla birlikte aynı zamanda onlara doğru boğucu bir sıcak da
yükselmekteydi. En alt basamaktan açıklığa çıktıkları zaman, önlerinde
tümüyle yabancı bir bölge gördüler. Maren şaşkın şaşkın çevresine bakındı.
Sonunda: "Güneş, aynı güneşmiş gibi duruyor dedi. Andrees, genç kızı yere indirerek: Herhalde öteki güneşten soğuk değil dedi Bulundukları yerden, iki yanında yaşlı söğüt ağaçları bulunan, taşlı, geniş
bir yol uzaklara doğru gidiyordu. Uzun bir süre düşünmeden, sanki yol
kendilerine gösterilmişçesine ağaç dizilerinin arasında gittiler.
Çevrelerine baktıklarında, ucu bucağı olmayan ıssız bir ova görüyorlardı; bu
ova, suları çekilmiş, karmakarışık göl ve ırmak yataklarından ibaretmiş gibi
her tür yatak ve çukurlarla parça parça bölünmüştü. Kuruyan bir sazlıktan
yükseliyormuş gibi havayı dolduran boğucu bir buhar bu olasılığı
güçlendiriyor gibiydi. Ayrı ayrı duran ağaçların gölgeleri arasında öyle bir
sıcaklık toplanmış bulunuyordu ki, iki yolcuya, tozlu yol üzerinde küçük,
beyaz alevlerin uçuştuğunu görüyorlarmış duygusu geldi. Andrees, Cüce'nin
ateşten sakalından kopan yumakları anımsamak zorunda kalıyordu. Hatta bir
keresinde de, güneşin göz kamaştıran ışığında iki gözün çevresindeki koyu
halkayı gördüğünü, sonra yanında, çöp gibi küçük bacakların delice
sıçramasını iyice işittiğini sandı. Bunlar kâh sağında, kâh solunda
oluyordu. Ama döndüğü zaman hiçbir şey göremiyordu; yalnızca ateş gibi sıcak
hava, gözlerinin önünde kamaştırıcı bir biçimde kıvılcımlanarak titriyordu.
Genç kızın elini kavrayıp her ikisi de güçlükle ilerlerken: Bize bu işte
fazla sıkıntı veriyorsun; ama bugün bizi yenemeyeceksin" diye düşünüyordu Birbirlerinin gittikçe güçleşen soluk alışlarını dinleyerek ilerliyorlardı.
Önlerinde tekdüze uzanan yol hiç sona ermeyecek gibiydi; yanlarında ardı
arkası gelmeyen kül renkli, yaprakları yarı dökülmüş söğütler, bunların
ötesinde, şurada burada kötü kokulu buharların tüttüğü çukurlar uzayıp
gidiyordu Maren, birdenbire durarak, gözleri kapalı olduğu halde bir söğüdün gövdesine
dayandı. Artık ilerleyemeyeceğim; hava baştan başa ateş diye mırıldandı Andrees, o zamana kadar el sürmediği küçük bal şarabı şişesini anımsadı.
Tıpayı çekip açtığı zaman, belki yüz yıl önce arıların, çanaklarından bu
şarap için bal topladığı binlerce çiçek açmış gibi güzel bir koku yayıldı.
Genç kızın dudakları şişenin kıyısına dokunur dokunmaz, zavallı hemen
gözlerini açtı. Ah! Ne güzel bir çayırdayız diye bağırdı Çayırda filan değiliz, Maren; ama iç de biraz güçlen Kız içince doğruldu, parlak gözlerle çevresine baktı. Sen de bir kez iç,
Andrees; bir kadın yalnızca zavallı bir yaratıktan başka bir şey değil dedi Andrees de şaraptan içtikten sonra: Ama bu sahiden enfes bir şey diye
bağırdı. Kim bilir büyük nine bunu neden yaptı Sonra güçlenip neşeli neşeli konuşarak ilerlediler. Ancak az sonra kız yine
durdu. Andrees: "Ne var, Maren?" diye sordu Hiçbir şeyim yok; yalnızca aklıma bir şey geldi de Ne geldi, Maren Bak, Andrees! Babamın yarı otu daha dışarıda, çayırlarda duruyor; ben de
gidip yağmur yağdırmak istiyorum Baban zengin bir adamdır, Maren; ama bizlerin birazcık otumuz çoktan ambara
girdi; ürünlerimizin hepsi de daha hâlâ kuru saplarında duruyor Evet, evet, Andrees, hakkın var; başkalarını da düşünmek gerek Ancak
biraz sonra, sessizce kendi kendine ekledi: Maren, Maren, saçmalama;
hepsini yalnızca sevgilin için yapıyorsun Böylece bir süre daha yürüdüler, genç kız birdenbire bağırdı: Bu da ne?
Neredeyiz acaba? Ne büyük, ne kocaman bahçe Gerçekten de nasıl olduğunu bilmeden, hep bir örnek uzayıp giden söğütlü
yoldan büyük bir parka gelmişlerdi. Geniş ve şimdi kurumuş olan çimli alanın
her yanında öbek öbek, uzun, görkemli ağaçlar yükseliyordu. Gerçi bunların
yaprakları kısmen dökülmüştü ya da kuru veya pörsümüş bir durumda dallarda
sallanıyordu ama cüretli dalları hâlâ göklere doğru yükseliyor, güçlü
kökleri toprağın diplerini kavrıyordu. İki gencin daha önce hiç görmedikleri
kadar çok çiçek, şurada burada yeri örtüyordu; ancak bu çiçekler solgun ve
kokusuzdu; tam olgunluk zamanlarında öldürücü sıcağın etkisinde kalmışa
benziyorlardı Andrees: Tam yerindeyiz sanırım dedi Maren başıyla doğruladı. Şimdi, ben dönünceye kadar senin burada kalman
gerek." Andrees: Evet öyle" diyerek büyük bir meşenin gölgesine uzandı. Artık
ötesi senin işin! Şarkıyı aklında iyi tut, söylerken şaşırma Böylece genç kız geniş çimenlikte, göklere yükselen ağaçların altında yalnız
başına ilerledi. Biraz sonra, artık geride kalmış olan Andrees, onu hiç
göremez oldu. Maren ise, yalnızlık içinde gittikçe ilerliyordu. Biraz sonra
ağaç öbekleri bitti, yer alçaldı. Genç kız, kurumuş bir su yatağında
gittiğini anlamıştı; yer beyaz kum ve çakılla örtülüydü; arada ölü balıklar
yatıyor, gümüş pullarıyla güneşte parlıyorlardı. Havuzun ortasında kül
renkli acayip bir kuşun durduğunu gördü; bu kuş, kıza bir balıkçıl kuşuna
benziyor gibi göründü, ama o kadar büyüktü ki, başını kaldırdığı zaman bir
insanın boyunu herhalde geçerdi. Şimdi uzun boynunu arkaya, kanatlarının
arasına almış, uyur gibi duruyordu. Maren korktu. İnsana ürküntü veren,
kımıltısız kuştan başka hiçbir canlı yaratık görünmüyor, bir sineğin
vızıltısı bile sessizliği bozmuyordu, sessizlik bu yere bir dehşet gibi
çökmekteydi. Bir an, genç kız korkudan sevgilisine seslenecek gibi oldu; ama
yine cesaret edemedi. Çünkü bu ıssızlık içinde kendi sesini işitmek, ona her
şeyden daha korkunç geliyordu Bunun için, yine sık ağaç öbeklerinin yerden yükselir gibi gözüktüğü
uzaklıklara gözlerini dikerek sağına soluna bakmadan ilerledi. Büyük kuşun
önünden sessiz adımlarla geçtiğinde hayvan hiç kımıldamadı; yalnızca, bir an
beyaz göz kapağının altından siyah bir parıltı göründü. Kızcağız, ferah bir
soluk aldı. Epey gittikten sonra, göl yatağı darala darala, geniş bir
ıhlamur öbeğinin altından geçen küçük bir ırmak yatağına dönüştü. Bu koca
ağaçların dalları o kadar sıktı ki, aradan hiçbir güneş ışığı geçemiyordu.
Maren bu ırmak yatağında ilerledi; çevresinde birdenbire beliren serinlik,
üzerinde ağaç tepelerinin oluşturduğu yüksek karanlık kubbe, ona hemen hemen
bir kiliseden geçiyormuş duygusunu veriyordu. Ancak birdenbire gözlerine
kamaştırıcı bir ışık geldi; ağaçlar seyrekleşiyor, kızın önünde, üzerine çok
kızgın bir güneşin vurduğu kül renkli bir taş yığını yükseliyordu.
Maren bir zamanlar kayalarının üstünden bir çağlayan akmış olan boş, kumlu
bir gölette durdu. Bu çağlayan, herhalde aşağıdaki yataktan şimdi kurumuş
bulunan göle dökülüyordu. Genç kız, kayalar arasındaki yolun nereye
çıkabileceğini gözleriyle araştırdı. Ama birdenbire büyük bir korku duydu.
Çünkü orada dik yamacın ortasında gördüğü şey bir kaya parçası olamazdı.
Bunun, kımıltısız havada kayalar kadar sabit ve kül renkli olmasına karşın,
bir giysi olduğunu ve bir vücudu örttüğünü fark etti. Soluğunu tutarak daha
da yakınına gitti. O zaman iyice gördü; bu, güzel, iri yapılı bir kadın
vücuduydu. Başı, arkaya doğru iyice sarkmış bir durumda, kayalığa
dayanıyordu; kalçasına kadar dökülen sarı saçları, toz ve kuru yapraklarla
doluydu. Maren onu dikkatle seyretti. Bu yanaklar bu kadar pörsümeden, bu
gözler bu kadar çukura batmadan önce kadın herhalde çok güzeldi. Ah! Ne
kadar soluk dudakları var! Sakın yağmur perisi Trude bu olmasın? Fakat bu
kadın uyumuyor; bu bir ölü! Of!.. Burası ne korkunç bir yalnızlık içinde
diye düşündü Bu arada gayretli genç kız, kendini hemen toparlamıştı. Kadına iyice
yaklaştı; yere diz çöküp ona doğru eğilerek taze dudaklarını yatanın mermer
gibi soluk kulağına dayadı. Sonra bütün cesaretini toplayarak, yüksek sesle,
fark edilir biçimde söylemeye başladı Dalgalar buhar oldu Kaynaklar tozla doldu Ormanlar sessiz ıssız Ateş Adam yapyalnız Tarlalarda koşuyor Dans edip kor saçıyor!" Bu arada kadının solgun ağzından derin, yakınan bir ses yükseldi; bununla
birlikte, genç kız gittikçe daha güçlü ve etkili bir biçimde söylüyordu "Güzel Yağmur Perisi Uykun üzer herkesi Çok dikkat et kendine Sen uyurken bir nine Karanlıkta kal diye Seni verir geceye Ağaçların uçlarından hafif bir hışırtı geçti, uzaklarda bir fırtına
oluyormuş gibi yavaşça gök gürledi, aynı zamanda da kayalığın öbür yanından
geliyormuşçasına keskin bir ses kızgın bir hayvanın öfkeli bağırması gibi
havayı yardı. Maren yukarıya baktığı zaman Trude'nin vücudu doğrulmuş,
önünde duruyordu. Kadın: Ne istiyorsun diye sordu Genç kız, hâlâ diz çökmüş durumda olduğu halde yanıt verdi: Bayan
Trude! O kadar acımasızca uzun bir zaman uyudunuz ki, bütün yapraklar, bütün
yaratıklar susuzluktan ölecek Trude, karabasanlarından kurtulmaya çalışıyormuş gibi iyice açtığı
gözleriyle kıza bakıyordu Sonunda cansız bir sesle sordu: Artık çağlayan akmıyor mu Maren: Hayır, Bayan Trude diye yanıt verdi Kuşum gölün üstünde artık dolaşmıyor mu Kuşunuz sıcak güneşte durmuş uyuyor Yağmur Perisi: Eyvah diye inledi. Öyleyse artık durulacak zaman değil!
Ayağa kalk, benim arkamdan gel; ama ayaklarının önündeki testiyi unutma Maren, kendisine söyleneni yaptı; her ikisi de kayalığın yanından yukarıya
çıktılar. Burada daha büyük ağaç öbekleri, daha olağanüstü çiçekler yerden
yükseliyordu; ama burada da her şey soluk ve kokusuzdu. Arkalarındaki
kayalıktan vaktiyle çağlayan halinde akmış olan ırmağın yatağı boyunca
gittiler. Trude, ancak ara sıra gözlerini üzüntülü bir halde çevrede
gezdirerek genç kızın önünde yavaş yavaş, sallana sallana yürüyordu. Bununla
birlikte Maren, yağmur Perisi'nin ayağının bastığı çimenlikte yeşil bir
parlaklık kaldığını sanıyor ve Peri'nin kül renkli giysisi kuru otlar
üzerinde sürünürken öyle kendine özgü bir hışırtı çıkıyordu ki, kızcağız hep
bunu dinlemek zorunda kalıyordu. Şimdiden yağmur yağıyor mu, Bayan Trude diye sordu Ah! Hayır, çocuğum; ilk önce kuyuyu açmam gerek Kuyuyu mu? O nerede Tam o sırada bir çiçek öbeğinin arasından çıkmışlardı. Trude: Orada dedi!
Maren, birkaç bin adım önlerinde kocaman bir yapının yükseldiğini gördü. Bu
yapı, kül renkli taşların girintili çıkıntılı ve düzensiz bir halde üst üste
konmasından oluşmuş gibi görünüyordu. Maren bunun göklere kadar yükseldiğini
sanıyordu; çünkü yukarıya doğru her şey, buhar ve güneşin parlaklığı içinde
eriyip yitiyor gibiydi. Yerdeyse pek büyük çıkıntılar halinde ileriye doğru
taşan ön yüzü, her yanda sivri kemerli, yüksek kapı ve pencere oyuklarıyla
delinmişti; bununla birlikte pencereden ya da kapı kanatlarından hiçbir şey
görülemiyordu Yapının çevresinden dolaşıyor gibi görünen bir ırmağın dik kıyısı önlerine
çıkıncaya kadar yapıya doğru bir süre yürüdüler. Su burada da buharlaşmıştı,
yalnızca, ortada iplik gibi bir su akıyordu; bir kayık, ırmak yatağının kuru
çamur tabakası üzerinde parçalanmış olarak duruyordu Trude: Yürü, geç!" dedi. Bunun sana etkisi yoktur. Ama sudan almayı
unutma; birazdan bu suyu kullanacaksın Maren verilen buyruğu dinleyerek kıyıdan aşağıya inince, az kalsın ayağını
geri çekecekti; çünkü burada toprak o kadar sıcaktı ki, pabuçlarından geçen
sıcaklığı duyuyordu. "Ne olacak! İsterse pabuçlarım yansın diye düşündü ve
metin bir halde testisiyle yolunda ilerledi. Ama birdenbire durakladı;
gözlerinde büyük bir korku belirdi: Yanında kuru çamur tabakası yarılmış,
kıvrık parmaklı, büyük ve kırmızı bir yumruk buradan çıkarak onu
yakalamıştı Arkasında, kıyıdan Trude'nin Cesaret diyen sesini işitti Ancak o zaman bir çığlık koparabildi, hayalet de kayboldu Trude'nin yine: Gözlerini kapa diye bağırdığını duydu. Gözleri kapalı
olarak ilerledi. Ayağına suyun değdiğini duyumsayınca eğilerek testisini
doldurdu. Sonra, tehlikeye uğramadan kolayca öteki kıyıya çıktı.
Az sonra saraya gelmişti; açık duran büyük kapıların birisinden yüreği
çarparak geçti. Ancak içeride, şaşkın bir halde durakladı. İçerisi,
ölçülemez kadar büyük tek bir salon gibiydi. Kocaman sarkıtlar halindeki
sütunlar, hemen hemen gözün alamadığı yükseklikteki acayip bir tavanı
taşıyordu. Maren her yanda sütunların başlıkları arasından aşağıya doğru
sarkan şeylerin, kül renkli pek büyük örümcek ağları olduğunu sandı. Yolunu
yitirmiş gibi hâlâ aynı yerde duruyor, kâh önüne, kâh yanlarına bakıyordu;
ama bu koca alanların, Maren'in girdiği ön yüzden başka hiç sınırı yok
gibiydi; sütunlar birbiri ardı sıra yükseliyordu; kendisini ne kadar
zorlasa, hiçbir yanda bir son göremiyordu. Bir ara gözleri yerde bir çukura
ilişti. Bir de ne görsün? Kuyu orada, hemen yakınındaydı; altın anahtarın da
kapağın üzerinde olduğunu gördü Buna doğru giderken yerin, köy kilisesinde gördüğü gibi döşeme taşlarıyla
değil, her yanda kurumuş sazlık ve çayır bitkileriyle örtülü olduğunu fark
etti. Ama artık hiçbir şey onu şaşırtmıyordu Şimdi kuyunun önünde durmuş, anahtarı tutmak istiyordu ki, hemen elini geri
çekti. Çünkü güneşin dışarıdan içeriye vuran göz kamaştırıcı ışığında
parıldayan anahtarın altın değil, ateş kırmızısı olduğunu iyice fark
etmişti. Duraksamadan testisini bunun üzerine boşalttı; buharlaşan suyun
fısıltısı ta ilerlere kadar gitti. Sonra hemen kuyuyu açtı. Kapağı
kaldırdığı zaman ferahlatıcı bir koku derinlerden yükselerek her yanı ince,
nemli bir tozla doldurdu; bu toz; narin bir bulut gibi sütunların arasında
yükseliyordu Maren, insanı ferahlatan serinlikte soluk alarak düşüne düşüne çevrede
dolaştı. Bu sırada ayaklarının önünde yeni bir mucize başlıyordu. Kuru bitki
tabakası üzerinde parlak bir yeşillik bir buğu gibi beliriyor; fışkınlar
yükseliyor, biraz sonra da genç kız büyüyen yaprak ve çiçekler arasında
yürüyordu. Sütunların dibi unutmabeni çiçekleriyle masmavi olmuştu; arada
sarı ve mor süsenler açıyor, zarif kokularını çevreye saçıyorlardı.
Yaprakların uçlarına yusufçuklar tırmanarak kanatlarını deniyor, sonra
harelenip uçuşarak çiçek çanakları üzerinde süzülüyorlardı; sürekli biçimde
kuyudan yükselen taze koku da havayı gittikçe daha çok dolduruyor; güneşin
içeriye vuran ışınlarında gümüş kıvılcımlar gibi oynaşıyordu.
Maren, şaşkınlık ve hayranlığından daha kurtulamamıştı ki, arkasında kulağa
hoş gelen tatlı bir kadın sesine benzer bir ses duydu. Gözlerini kuyuya
çevirince, kıyıda, filizlenmiş yeşil yosunlar üzerinde uzanmış olağanüstü
güzel ve taze bir kadın vücudu gördü. Bu kadın, başını, üzerine sarı
saçlarının ipekten dalgalar halinde döküldüğü çıplak, hoş koluna dayamıştı;
gözlerini tavanda sütunların arasında dolaştırıyordu Maren de ister istemez yukarıya baktı. O zaman, büyük örümcek ağı sandığı
şeylerin, yağmur bulutlarından oluşan ince bir örtü olduğunu gördü; bu
bulutlar, kuyudan yükselen ince buharla doluyor ve gittikçe ağırlaşıyordu.
Tam o sırada, tavanın ortasından böyle bir bulut ayrılmış, yavaşça süzülerek
aşağıya inmişti; Maren, kuyunun yanındaki güzel kadının yüzünü şimdi ancak
gri bir tülün arkasında parlıyormuş gibi görüyordu. Kadın ellerini çırptı;
bulut hemen en yakın pencereye doğru yöneldi, buradan dışarıya akıp gitti Güzel kadın: E... şimdi söyle bakalım! Bu hoşuna gitti mi diye bağırdı.
Bu arada kırmızı ağzı gülümsüyor, beyaz dişleri parlıyordu. Sonra işaret
ederek Maren'i yanına çağırdı; Maren onun yanında yosunların üzerine oturdu;
tam bu sırada yine bir bulut tavandan aşağıya inmişti. Kadın: Haydi
ellerini çırp!" dedi. Maren'in ellerini çırpması üzerine bu bulut da
birincisi gibi dışarıya çekilip gidince kadın Görüyor musun, ne kadar
kolay! Sen bunu benden daha iyi yapabiliyorsun!" diye bağırdı Maren, bu çok neşeli güzel kadını hayran hayran seyrediyordu. İyi ama siz
kimsiniz diye sordu Ben kim miyim? Çocuğum, sen çok safsın Genç kız, kararsız gözlerle ona bir kez daha baktı, sonunda duraksayarak:
Sakın siz Yağmur Perisi Trude olmayasınız dedi Ya başka kim olacaktım Ama bağışlayın! Şimdi o kadar güzel ve neşelisiniz ki Bunun üzerine Trude birdenbire dinginleşiverdi. "Evet", dedi, sana çok şey
borçluyum. Beni uyandırmasaydın, Ateş Adam her yana egemen olacaktı, ben de
yine toprağın altındaki ninenin yanına inmek zorunda kalacaktım İçten
duyduğu bir korkuyla beyaz omuzlarını biraz kısarak ekledi: Oysa burası o
kadar güzel ve yeşil ki Sonra Maren oraya nasıl geldiğini anlattı; Trude yine yosunlara uzanmış, onu
dinliyordu. Arada, yanında biten çiçeklerden birisini koparıyor, kendisinin
ya da genç kızın saçlarına takıyordu. Maren, söğütlü sette ne büyük
güçlüklerle yürüdüklerini anlatırken, Trude içini çekerek dedi ki: Set, bir
zamanlar siz insanlar tarafından yapılmıştı ; fakat o zamandan bu yana çok,
pek çok zaman geçti! O zamanki kadınların giysileri senin üstündekilere
benzemiyordu. O zamanlar bana sık sık gelirlerdi; ben onlara yeni bitkiler,
yeni tahıllar için tohum ve taneler verirdim; onlar da bana karşılık olarak
kendi yemişlerinden getirirlerdi. Onlar nasıl beni asla unutmuyorlarsa, ben
de onları unutmazdım, tarlaları da hiç yağmursuz kalmazdı. Fakat uzun
zamandan bu yana insanlar bana karşı yabancılaştılar; artık bana hiç kimse
gelmiyor. Sıcaktan, büyük bir can sıkıntısından uykuya daldım; az kalsın
kötü yürekli Ateş Adam utkuya ulaşacaktı Bu arada Maren de gözleri kapalı olduğu halde yosunlara uzanmıştı;
çevresinde öyle hafif bir çiğ yağıyordu ve güzel Trude'nin sesi o kadar
tatlı, o kadar içten yansıyordu ki Güzel kadın konuşmayı sürdürdü: Yalnızca bir kez, ama yine çok eski
zamanda, bir genç kız daha bana gelmişti. O kız da hemen hemen senin gibiydi
ve aşağı yukarı senin giysin gibi bir giysisi vardı. Ben ona kendi çayır
balımdan armağan ettim; bu bal bir insanın elimden aldığı son armağan oldu Maren: Tam üstüne bastınız dedi. O genç kız benim sevgilimin ninesi
olacak; beni bugün o kadar güçlendiren içki kesinlikle sizin çayır
balınızdan yapılmıştır Yağmur Perisi, herhalde daha hâlâ o zamanki genç dostunu düşünüyordu; çünkü:
Yine alnında öyle güzel, kestane renkli bukleleri var mı diye sordu Kimin, Bayan Trude Kimin olacak, canım. Senin dediğin gibi büyük ninenin Maren: O! Hayır, Bayan Trude diye yanıtladı; bu anda kendisini güçlü
dostundan hemen hemen biraz daha üstün duyumsuyordu. Büyük nine çok
yaşlandı Güzel kadın: Yaşlandı mı diye sordu. Bunu anlamamıştı; çünkü yaşlılığın
ne olduğunu bilmiyordu Maren, bunu anlatmak için çok güçlük çekti. Sonunda dedi ki: Bakın! İnsanın
saçları kırlaşır, gözleri kırmızılaşır; kendisi çirkinleşir, neşesiz, can
sıkıcı olur! İşte, gördünüz mü, Bayan Trude? Biz buna yaşlı deriz Kadın yanıt verdi: Doğru, şimdi anımsıyorum, insan kadınları arasında
böyleleri de vardı; ama büyük nine bana gelsin; ben onu yine neşeli ve güzel
yaparım Maren, başını salladı. Olmaz, Bayan Trude dedi; büyük nine çoktan
toprağın altında Trude içini çekti: Zavallı büyük nine Bunun üzerine, her ikisi de sustular; hâlâ rahatça uzanmış bir halde yumuşak
yosunların üstünde yatıyorlardı. Birdenbire Trude: "Aman çocuğum diye
bağırdı. Gevezelik edelim derken yağmur yağdırmayı tümüyle unuttuk.
Gözlerini bir aç da bak! Hep bulutların arasına gömülmüş, kalmışız; seni
bile hiç göremiyorum Maren, gözlerini açınca: Eyvah, kedi gibi ıslanacağız diye bağırdı Trude gülüyordu. "Sen yalnızca biraz ellerini çırp; ama dikkat et, bulutları
parçalama Böylece her ikisi de usulca ellerini çırpmaya başladılar; hemen bir
dalgalanma ve kıpırdama oldu; bulutlar birbirlerini sıkıştırarak pencerelere
doğru gidiyor, birbiri arkasından dışarıya süzülüyorlardı. Kısa bir zaman
sonra Maren, yine önünde kuyuyu, sarı ve mor süsen çiçekleriyle bezenmiş
yeşil yeri fark etti. Gittikçe, pencere delikleri de açıldı; genç kız,
uzaklarda, bahçenin ağaçları üzerinde bulutların bütün göğü kapladığını
gördü. Yavaş yavaş güneş görünmez oluyordu. Birkaç saniye daha geçince,
dışarıda çalılar ve ağaçların yaprakları arasında rüzgârın bir kasırga gibi
estiği işitildi; sonra ara vermeyen güçlü uğultular oldu Maren, ellerini kavuşturmuş olduğu halde doğrularak oturdu. Yavaşca: Bayan
Trude yağmur yağıyor dedi Kadın, güzel sarışın başını belli belirsiz eğerek yanıt verdi; düş görür
gibi oturuyordu Ancak dışarıda birdenbire büyük bir çatırtı ve gürültüler oldu; Maren,
korkuyla dışarıya bakınca, biraz önce aştığı ırmak yatağından çok daha
büyük, beyaz bulutların ani ve aralı devinimlerle havaya yükseldiğini gördü.
Tam o sırada, güzel Yağmur Perisi'nin kollarıyla sarıldığını duyumsadı;
Peri, yanında duran genç insan çocuğuna titreyerek iyice sokuluyordu Şimdi Ateş Adamı suyla söndürüyorlar, bak, dinle: kendisini nasıl
savunuyor! Ama hiçbir şeyin ona yararı olmaz Kısa bir süre, böyle birbirlerine sarılı durdular; sonra dışarısı yatıştı;
artık yağmurun hafif şırıltısından başka bir şey işitilmez olmuştu. İkisi de
ayağa kalktı; Trude kuyunun kapağını aşağıya indirerek kilitledi Maren, Peri'nin beyaz elini öpüp dedi ki: Kendim ve köyümüzdeki herkes için
size teşekkür ederim, sevgili Bayan Trude! Şimdi de biraz duraksadıktan
sonra ekledi: Şimdi de eve dönmek isterim Trude: Şimdiden gidiyor musun diye sordu Biliyorsunuz ya! Sevgilim beni bekliyor; herhalde adamakıllı ıslanmıştır Trude parmağını kaldırdı. "Onu, ilerde de hiç bekletmeyeceksin, değil mi Kuşkusuz bekletmeyeceğim, Bayan Trude Öyleyse git, çocuğum; eve varınca öteki insanlara beni anlat; beni bundan
sonra artık unutmasınlar. Şimdi gel! Seni geçireyim Dışarıda, taze çiğler altında, her yanda yeşil çimenler, ağaç ve
çalılıklarda yapraklar açmıştı. Irmağa geldiklerinde, su bütün yatağını
yeniden doldurmuştu; kayık, sanki görülmez bir el tarafından onarılmış da
genç kızı bekliyormuş gibi kıyıdaki bol çimenlerin yanında sallanarak
duruyordu. İkisi de kayığa bindiler; damlalar oynaşıp pıtırdıyarak selin
içine düşerken onlar yavaş yavaş karşıya doğru kaydılar. Tam karşıdaki
kıyıya çıktıklarında, yanlarındaki çalılığın karanlığı içinden bülbüller
öttü. Trude: Oh diyerek rahat bir soluk aldı; daha bülbül mevsimi;
henüz çok geç olmamış Çağlayana giden dere boyunca yürüdüler. Çağlayan, kayalar üstünde yine
gürleyerek akıyor, sonra seller halinde karanlık ıhlamurların altındaki
geniş yatağa dökülüp gidiyordu. Aşağıya indiklerinde, ağaçların altından
yollarında ilerlediler. Yine açıklığa çıkınca, Maren, yabancı kuşun, geniş
halkalar çizerek bir göl üstünde süzüldüğünü gördü. Bu gölün geniş yatağı,
genç kızın ayaklarına kadar uzanıyordu. Az sonra, en güzel kokuları sürekli
içlerine çekip kıyıda parlak çakılların üstüne atılan dalgaların şıpırtısını
dinleyerek kıyı boyunca aşağıya doğru gittiler. Her yanda binlerce çiçek
açmıştı; Maren, bunların arasında mor menekşeleri, leylakları ve aslında
mevsimleri çoktan geçtiği halde yakıcı sıcak yüzünden açamamış olan başka
çiçekleri fark etti. Trude: Onlar da geri kalmak istemiyor; şimdi hepsi
birden açıyor dedi Arada saçlarını sallıyor, damlalar kıvılcım gibi çevresine saçılıyordu ya da
ellerini kavuşturuyor, dolgun beyaz kollarından su, bir deniz sedefine akar
gibi akıyordu. Sonra yine ellerini ayırıyor, saçılan damlaların toprağa
değdiği yerlerde yeni buharlar yükseliyor, hiç görülmemiş, taze çiçeklerin
çeşit çeşit renkleri çimenlerin arasında parlıyordu Gölü döndükleri vakit Maren, yağan yağmurdan ancak görülebilen, geniş su
yüzeyine bir kez daha dönüp baktı; sabahleyin ayakları ıslanmadan gölün
dibinden geçtiğini düşününce hemen hemen korkudan titredi. Andreesini
bıraktığı yere birazdan yaklaşmaları gerekiyordu. Gerçekten de, orada, büyük
ağaçların altında genç köylü, koluna dayanmış yatıyor, uyur gibi
görünüyordu. Maren, güzel Trude'ye bakıp da onun, gülümseyen kırmızı
ağzıyla, yanında, çimenlerin üstünde gururlu gururlu yürüdüğünü görünce,
kendisini köylü giysileri içinde o kadar kaba, o kadar çirkin duyumsadı ki:
Ah! Bu iyi olmayacak; onun Andrees'i görmesine hiç gerek yok diye
düşündü. Yüksek sesle de dedi ki; Beni geçirdiğinize teşekkür ederim, Bayan
Trude; artık yolumu kendim bulurum Ama daha senin sevgilini göreceğim Yorulmayın, Bayan Trude; o da tıpkı öteki delikanlılar gibi bir genç; hem
de ancak bir köy kızına layık olabilir Trude, genç kıza keskin gözlerle baktı. Güzelsin, küçük deli dedi; sonra
kıza gözdağı verircesine parmağını kaldırdı: Sen köyünde de en güzel
kızsın Şirin kızın yüzüne kan çıktı, gözleri yaşardı. Fakat Trude yine
gülümsüyordu. Öyleyse dikkat et dedi. Bütün kaynaklar yeniden fışkırdığı
için kısa bir yoldan gidebilirsin. Aşağıda, söğütlü setin hemen solunda bir
kayık vardır. Bu kayığa güvenle binin; sizi köyünüze çabuk ve güvenli bir
biçimde götürür! Şimdi de hoşça kal!" Bu sözleri söyledikten sonra kolunu
genç kızın boynuna dolayıp onu öptü. Oh! Böyle bir insan ağzı ne kadar
taze, ne kadar tatlı oluyor dedi Sonra dönerek, düşen damlalar altında çimenlerin üstünde gitti. Bu arada
şarkı söylemeye başlamıştı; sesi tatlı ve tekdüze geliyordu; güzel hayal,
ağaçların arasında kaybolduğu vakit genç kız, uzaklardan daha hâlâ şarkıyı
mı işittiğini, yoksa bunun yalnızca yağan yağmurun hışırtısı mı olduğunu
ayırt edemiyordu Genç kız biraz sonra durdu; sonra sanki birdenbire duyduğu bir özleyişle
kollarını uzattı. Hoşça kal, güzel, sevgili Yağmur Perisi Trude, hoşça
kal!" diye bağırdı. Fakat hiçbir yanıt gelmedi; yalnızca yağmurun yere
yağarken hışırdadığını şimdi iyice fark ediyordu Sonra bahçenin kapısına doğru yürüyünce, genç köylüyü ayağa kalkmış,
ağaçların altında duruyor gördü. Biraz daha yaklaştığında, Böyle neye
bakıyorsun diye sordu Hay Allah, Maren! O enfes kadın da kimdi Genç kız delikanlıyı kolundan yakalayıp sert bir çekişle sarsarak döndürdü.
Böyle gözlerini dikip bakma dedi. O, sana göre değil; Yağmur Perisi
Trude'ydi o Andrees gülüyordu. Pekâlâ, Maren diye yanıt verdi. "Onu gerçekten
uyandırdığını buradan fark edebildim; çünkü, bana kalırsa, yağmur hiçbir
zaman ortalığı bu kadar fazla ıslatmamıştır; böyle bir yeşermeyi de bütün
ömrümce görmüş değilim! Ama şimdi gel! Eve gidelim; baban da bize verdiği
sözü yerine getirsin Söğütlü setin altında kayığı bulup bindiler. Geniş ovanın her yanını sular
basmıştı. Suyun üstünde ve havada her türden kuş vardı; narin deniz
kırlangıçları bağırarak üzerlerinden geçiyor, kanatlarının uçlarını suya
daldırıyorlardı; martılar da ilerleyen kayıklarının yanında alımlı bir
biçimde yüzüyorlardı; arada sırada önünden geçtikleri yeşil adacıklarda
boyunları altın gibi sarı tüylü yaban horozlarının dövüştükleri görülüyordu Böylece suyun üstünde hızla kayıp gidiyorlardı. Yağmur hâlâ hafif hafif, ama
kesilmeksizin yağıyordu. O ara su daralmıştı; birazdan ancak orta derecede
geniş bir dereye dönüştü Andrees, eli gözlerinin üstünde olduğu halde bir süre uzaklara bakmıştı.
Bak, Maren diye bağırdı; bu benim çavdar tarlam değil mi Doğru, Andrees; ne güzel yemyeşil olmuş! Ama üzerinde gittiğimiz derenin,
köyümüzün deresi olduğunu görüyor musun Sahi, Maren; ama orası da ne? Her yan su baskınına uğramış Maren: Ah, Tanrım diye bağırdı; Bunlar babamın çayırları! Şu güzel
otlara bak. Hepsi suda yüzüyor Andrees, genç kızın elini sıktı. Zararı yok, Maren dedi; Sanırım
zararımız o kadar çok değil, benim tarlalarım da o oranda iyi ürün verecek Kayık köyün çayırına yanaştı. Kıyıya çıkıp hemen el ele yoldan aşağıya doğru
gittiler. Her yandan onlara gülümseyerek selam veriyorlardı; herhalde Stine
Anne, onlar yokken biraz gevezelik etmiş olmalıydı Yağmur damlalarının altında sokakta koşan çocuklar: Yağmur yağıyor diye
bağırıyorlardı. Açık penceresinden keyifli keyifli bakan ve her iki gencin
elini kuvvetle sıkan Schulze Ağabey ;Yağmur yağıyor diyordu. Yine lüle
taşından çubuğuyla görkemli evinin araba kapısında duran Wiesenbauer de:
"Evet, evet, yağmur yağıyor dedi. Sen beni bu sabah iyice aldattın,
Maren! Fakat şimdi ikiniz de içeriye gelin! Schulze Ağabey'in dediği gibi
Andrees her bakımdan iyi bir delikanlıdır; onun ürünü, kuru otu da iyi
olacak; böyle üç yıl üst üste yağmur yağarsa, tepelerle ovaların birleşmesi
hiç de kötü olmayacak. Onun için karşıya, Stine Anne'ye gidin; işi hemen
yoluna koyalım O zamandan bu yana birkaç hafta geçmişti. Yağmur çoktan kesilmiş, ağır yüklü
son hasat arabaları, çelenkler ve rüzgârda uçuşan kordelalarla ambarlara
girmişti; güneşin güzel ışığında büyük bir gelin alayı kiliseye doğru
gidiyordu. Gelinle güvey, Maren ve Andrees'ti; bunların arkasından Stine
Anne ile Wiesenbauer el ele yürüyorlardı. Onları karşılamak için yaşlı
kantor org çalıyordu; koroyu işitecek kadar kilise kapısına yaklaştıkları
zaman, mavi gökte beyaz, küçük bir bulut birdenbire üzerlerinde belirdi;
gelinin tacına birkaç hafif yağmur damlası düştü. Kilisenin avlusunda
bulunanlar: Uğurdur, uğurdur diye bağırıyorlardı. Gelinle güvey: Yağmur
Perisi Trude geçti diye fısıldaşarak birbirlerinin ellerini sıktılar.
Sonra alay kiliseye girdi; güneş yine göründü; org susmuştu; papaz, görevini
yerine getiriyordu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder